Monday, July 18, 2016

Armageddon


Harry Stamper (Bruce Willis): Filmin kahramanı, petrol çıkartan adamların patronu.
A.J. Frost (Ben Affleck): Filmin genç kahramanı, Harry Stamper’ın takımında çalışan en iyi petrolcü ve aynı zamanda patronun kızına aşık.
Grace Stamper (Liv Tyler): Patronun kızı, A.J. Frost’un sevgilisi.
Dan Truman (Billy Bob Thornton): NASA’nın patronu.

Yönetmen: Michael Bay
Senaristlerin genci: J.J. Abrams

Kısaca Konu:

Günün birinde gökten Dünya’ya irili ufaklı taş parçaları yağmaya başlar. NASA bu taş parçalarının Dünya’ya doğru gelmekte olan dev bir göktaşının öncüleri olduğunu görür. Taşın çarpmasına çok kısa bir zaman vardır. Taşın çarpmasını durdurmanın tek yolu taşı tam ortadan ikiye parçalamaktır. Taşı tam ortadan ikiye parçalamak içinse dünyadaki en iyi petrol kuyusu açıcılarını NASA uzay araçları ile o göktaşına göndermek gerekmektedir. Bu petrolcüler derin bir çukur kazıp içine büyük bir nükleer bırakacak, sonra da patlatacaklardır. NASA pilotlarıyla bu petrolcülerin başına türlü aksilikler gelir ancak sonunda taşı patlatıp Dünya’ya zarar vermesini engellerler.
Bilimin dokundukları:

Film hakkında konuşmaya başlamadan önce Güneş Sistemi konusunda kısa bilgiler vermekte fayda var. Sistemimiz Güneş’in etrafında dönen 8 gezegen, gezegen olamayacak kadar küçük ama kaya parçası sayamayacağımız kadar büyük 8-10 gezegenimsi, sürüyle daha küçük kaya parçası ve sayısını bile bilemediğimiz ufak buz kütlelerinden oluşur. Gezegenlerden en küçüğü Merkür’dür. Merkür’ün çapı 2500 kilometredir. Merkür Sümerler zamanından beri çıplak gözle görülebilmektedir.

2006 yılında gezegenlikten atılan Plüton, Merkür’ün yaklaşık yarısı kadardır (1200 kilometre çapında). Plüton Güneş’e o kadar uzaktır ki Güneş’in ışığı bile Plüton’a ortalama 5.5 saatte ulaşır. Saatte 40000 kilometre gibi insanlar için korkunç yüksek ama uzay cisimleri için normal sayılabilecek bir hızla gidecek olsak Plüton’a varmamız 17 yıl sürer. Bir ek bilgi olarak Plüton’un 1930 yılında keşfedilmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Bunları saymamızın temel sebebi şu: Güneş Sistemi içerisinde çapı 1200 kilometre olan bir gök cismini bizim görememiş olmamıza imkan yok. Plüton Güneş Sistemi’nin en uzak köşesinde olmasına rağmen keşfedileli neredeyse 90 yıl olacak. Bu nedenle de dev bir göktaşının bir gün Dünya’ya çarpabileceği uykunuzu kaçırmaya devam etsin ama emin olun bu dev göktaşı 1200 kilometre çapında ve habersizce üzerimize gelen bir göktaşı olmayacak.

Gelelim filme, en başta Dünya’ya dev bir göktaşı çarpıyor ve inanılmaz bir felaket meydana getiriyor. Taşın boyutu güzel, çarptığı yer güzel ama çıkan alevler öyle Dünya’yı sarmış olsa bugün Dünya’da hayat olmazdı. Evet, dinozorları öldüren göktaşı büyük bir felakete yol açmıştı ama o felaket daha az alev kullanılarak da açıklanabilirdi. Ama karşımızda daha büyük bir problem var. Bu problemi açıklamak için uzun hesaplar yapmak gerekli. Filmde dinozorları yok eden göktaşının çıkarttığı enerjinin 10000 nükleer silaha eşit olduğu söyleniyor. Doğrusu ise 10000 nükleer silaha değil dünyadaki tüm nükleer silahların 10000 katına olmalı. Yani çok daha yüksek bir enerjiden söz ediyoruz.

Göktaşı saatte yaklaşık 40000 kilometre gibi korkunç bir hızla ilerler. İnsanların yaptıkları uçaklar ve füzeler ise saatte ancak 1000-2000 kilometre hızında uçabilirler. Bu nedenle de radar ekranında gördüğünüz şeyin füze mi göktaşı olduğunu ayırt etmek son derece kolaydır. Korkunç bir hızla gidiyorsa göktaşıdır. Dünya’nın atmosferi 400 kilometre kalınlıktadır, 40000 km/saat hızla giden bir göktaşı atmosferi bir dakikadan az bir sürede geçerek yüzeye çarpar. Bu nedenle yıldız kayarken hemen bakmazsanız kaçırırsınız. Başlangıçta askeri radar operatörlerinin bu farkı kavrayamamaları büyük bir hata.

Dünya’ya doğru gelen dev göktaşının öncüleri Dünya üzerinde çeşitli yerleri bombardıman etmeye başladığında dikkat etmeniz gereken yer New York’taki İkiz Kuleler. Bu kulelerin ikisi de ciddi hasar görmelerine rağmen ayaktalar. Yani El-Kaide’nin yaptığı eylemi Hollywood bile hayal edememiş.

Arada küçük bir detay, bu taşı fark ettikleri an Hubble Uzay Teleskopunu çevirip bakıyorlar. Hubble dediğiniz uzaydaki dev bir uydudur. Arka bahçenizdeki teleskop gibi bir oraya bir buraya çeviremezsiniz. En iyi ihtimalde baktığı yeri değiştirmeniz 2-3 gün sürer. Ama çoğunluk bunu bilmediğinden senaristler de umursamamışlar.

Daha sonra konunun bilimsel kısmına geliyoruz: Amerikan Başkanı NASA Başkanı’na “Ne bu nesne?” diyor, NASA’nın cevabı “Bu bir asteroit”. Asteroitler Dünya’ya benzer bir yörüngede Güneş etrafında dolaşan kaya parçalarıdır. İrili ufaklı bu kaya parçalarının en büyüğü olan Ceres yaklaşık 1000 kilometre çapındadır. Ancak daha önemlisi, bu kaya parçası 1801 yılında keşfedilmiştir, yani iki yüzyıldan daha uzun süre önce. Biz farkında olmadan bu asteroitlerden birinin Dünya’ya çarpacak kadar yaklaşması mümkün müdür? Evet, tabii ki mümkündür, ama bu asteroit yaklaşık bir araba büyüklüğünde olsa uzayda kolaylıkla uzun zaman önceden görüp hazırlık yapabiliriz.

İkinci soruda Başkan “Ne kadar büyük bir nesne bu?” diye sorduğunda cevap “yaklaşık Teksas büyüklüğünde” oluyor. Teksas’ın eni yaklaşık Türkiye kadar, yani 1250 kilometre. Burada iki nokta canımızı sıkmalı. Birincisi, Güneş Sistemi’ndeki en büyük asteroit olan Ceres’in çapı bile 1000 kilometreden küçük. İkincisi de Ceres’i iki yüzyıldan uzun süredir gökte takip ediyoruz. Yani o büyüklükteki nesnelerin bir an içerisinde karar değiştirip Dünya’ya yönelme riskleri yok. Daha sonra karşımıza çıkacak olan bir nokta daha var, o da “Dottie” adı verilen bu asteroitin şekli. Evrende cisimler uzun süre kendi etraflarında döndüklerinde soğuyarak küresel bir şekil alırlar. Ama bunun için cismin yaklaşık olarak 1000 kilometreden büyük olması gerekir. Asteroit listesinin en büyükleri olan Ceres, Vesta ve Pallas neredeyse küre şeklindedir. Ancak Dottie tamamen garip ve karmaşık şekillli bir kaya parçasıdır.

Sonra Başkan tamamen haklı bir soru soruyor: “Bunu neden daha önce görmedik?”. Adam kesinlikle haklı, bu büyüklükteki bir nesneyi 1801 yılından bu yana görüyor olmamız gerekirdi, eğer bu cisim bir asteroitse.

Başkan devam ederek “bu nesne bize çarparsa ne olur?” diye soruyor, cevabı “tamamen yok oluruz, bakteriler bile sağ kalmaz” oluyor. Aslında cevap daha basit, büyüklüğü 1200 kilometre olan bir cisim büyüklüğü 12000 kilometre olan (Dünya) katı bir cisme saatte 40000 kilometre hızla çarparsa o cismi parçalar. Yani konu bakteriler falan değil, Dünya o denli parçalanır ki ortada bir gezegen bile kalmaz. Bu nedenle de bakterilerden bahsetmenin fazla mantığı yok. Bu arada, aslında Dünya parçalanabilir, tüm uygarlıklar yok olabilir, ama bazı bakteriler gene de sağ kalabilir, o nesneler o denli dayanıklı olabiliyor.

Ama filmin tam bu noktasında daha önemli bir bilgiye ulaşıyoruz, bu taşın bize çarpmasına 18 gün var. Bu önümüze sürüyle problem getiriyor. Öncelikle asteroit gerçekten 1200 kilometre çapındaysa ve 40000 km/saat hızla hareket ediyorsa bizden 18 milyon kilometre uzakta demektir. Mars yaklaşık 6500 kilometre büyüklüktedir ve gökte çok parlak göründüğü zamanlar bize uzaklığı 60-70 milyon kilometredir. Kıyaslayacak olursak bu nesne de çıplak gözle Mars’ın göründüğü parlaklıkla görünüyor olmalıdır. Bu nedenle de çıplak gözle bile görülecek bu asteroit nasıl oldu da tüm astronomların gözünden kaçtı sorusu akla geliyor. Sonra bu bir asteroit olmasa ve Güneş Sistemi’ne dışarıdan geliyor olsa, belki 1200 kilometre büyüklükte bir göktaşı makul olabilir ama onu da çok daha uzun zaman önceden keşfederdik. Bundan dolayı senaryoda ya bu nesnenin büyüklüğü tamamen yanlış, ya da çarpışmaya 18 gün kalmış olması.

Harry Stamper en tecrübeli petrol kuyusu delicisi olarak NASA’ya getirildiğinde ona ayrıntıyla asteroit çarptığında neler olacağı anlatılıyor, ama anlatılanlar aslında 1200 kilometre çapında bir asteroit çarptığında değil 12 kilometre büyüklükte bir kuyruklu yıldız çarptığında olacaklar. Hatta konuşmanın başında gelen şeyin kuyruklu yıldız olduğu da ağızlarından kaçıyor. Sanırım kurgu sırasında akılları biraz karışmış olacak.

Sonra NASA Başkanı “Dünya’da bu nesneyi görebilecek dokuz teleskop var, sekizini biz kontrol ediyoruz” diyor. Bu nesne 17 milyon kilometre uzakta ve 1200 kilometre büyüklükteyse bunu görmek için teleskoba bile gerek yok, çıplak gözle görülür.

Buradaki temel problem şu: Senaryoya göre filmin çoğu derin bir delik delip bombayı yerleştirecek olan adamın Bruce Willis olarak seçilmiş olması. Daha az tanınan bir aktör seçmiş olsalar onu filmin yarısı boyunca ağırlıksız bir ortamda yaşıyormuşçasına hareket ettirebilirler. Ama filmin kahramanı Bruce Willis olunca filmi öyle çekmek kolay olmadığından az da olsa yerçekimi olan bir ortam yaratabilmek için 1200 kilometre büyüklükte bir asteroit icat ediyorlar. Bu garip icatları da filmin bilimsel açıdan tamamen kontrolden çıkmasına neden oluyor. Oysa asteroid 1200 değil 12 kilometre çapında olsa tüm bilim daha kolay rayına sokulabilirdi.

Daha sonra asteroitin üzerinde bombayı yerleştirecekleri deliği delecek olan petrolcülere ne yapacakları anlatılırken bir saçmalıkla daha karşılaşıyoruz. Bu saçmalıktan önce şunu sormam gerekiyor: 1200 kilometre çapındaki bir taşı tam ortadan ikiye ayırmak için açılacak deliğin derinliği ne kadar olur? Buna doğru cevabımız, “yarısı kadar” olurdu, yani 600 kilometre, ama 600 kilometre delik de delinemeyeceği için bir kez daha 1200 kilometre büyüklükteki asteroit saçmalığına toslamış olurduk. Eğer asteroit 12 kilometre olsa 6 kilometrelik bir delik açılması “imkansız ama zor değil” diyeceğimiz bir senaryo olurdu. Ama NASA diyor ki “800 adım derinlikte bir delik açacaksınız”, yani 260 metre. 1200 veya 12 kilometre olması fark etmiyor, bir nesneyi ortadan patlatacaksanız ya o nesneni iç yapısını çok iyi bilmeniz gerekir ki bunu uzaktan yapmanız imkansız, ya da merkezine ulaşan bir delik delmeniz gerekir. Filmin kurgusu gereği sadece 260 metreye kadar delmeleri yetiyor. Eğer gökte öküz gözü kadar görünecek büyüklükteki göktaşını 18 gün kala keşfederseniz 260 metreden derine de kazacak vaktiniz kalmaz tabii.

Ama sorunlar bununla da bitmiyor. Dünya’ya çok yaklaşmadan göktaşını ikiye ayırmak zorundalar ki yarısı Dünya’nın altından yarısı da üstünden geçsin. Eğer tam tamına ortadan ikiye bölmeyi beceremez de bir parça diğerinden az daha büyük olursa, Dünya gene yok olurdu. Hadi diyelim tam ortadan ikiye bölmeyi becerdiniz. 1200 kilometre büyüklüğünde bir kayayı ikiye böldüğünüzde sadece iki parça kalmaz. Mesela bir ekmeği ikiye bölmeyi deneyin, mutlaka kırıntılar kalacaktır. 30 santim uzunluğunda bir ekmek bölündüğünde 2-3 milim büyüklükte çok sayıda kırıntı kalıyorsa 1200 kilometre büyüklükteki kaya ikiye bölündüğünde de 10-15 kilometre büyüklükte bir sürü parça oluşur. Bu parçaların yönü de ortada kalan yer, yani Dünya olacaktır. Dinozorların çağını Dünya’ya çarpan 12 kilometre büyüklüğünde tek bir taşın bitirdiğini hatırlayacak olursak bu parçalardan birkaç tanesinin Dünya’ya çarpması, Dünya’nın sonu olmasa da bizim bildiğimiz uygarlığın sonu olacaktır.

Sonunda tüm petrolcüler ve astronotlar iki uzay gemisine doğru giderler. Burada bilimsel değil filmsel iki saçmalıktan söz etmek mümkün. İlki, Amerikan Başkanı televizyonda konuşurken gösterilen yerlerin tümünde günün neredeyse aynı vakti; Amerika, Fransa, Türkiye ve Hindistan’da öğleden sonra, Çin’i nasıl olduysa akıl etmişler ve orada akşam olmuş. Nasılsa bu film Amerikan seyircisi için yapılıyor, onlar da bunu fark etmez diye düşünmüş olsalar gerek. İkinci önemli problem de fırlatma rampaları ile ilgili. İki astronot grubu da aynı asansörle yukarı çıkıp ikiye ayrılıyorlar, biri sağa bir uzay gemisine diğeri de sola diğer uzay gemisine gidiyor. Bir sonraki görüntüde ise iki uzay gemisi arasında bir kilometre mesafe olduğunu görüyoruz. Ayrıca böylesi önemli bir uçuş için iki gemiyi de birbirlerine bu kadar ateşler miydiniz? Uzay uçuşlarında en büyük kazalar kalkışta ve inişte olur. Ben olsam birini Amerika’nın bir tarafından fırlatıyorsam diğerini de diğer tarafından fırlatırdım.

Araçlar havalandıktan sonra Dünya yörüngesindeki Rus uzay istasyonu ile kenetleniyorlar. Kenetlenme sahnesi tamamen ayrı bir saçmalık. Tam iki uzay aracı ulaşmadan az evvel istasyonu döndürmeye başlıyorlar ki astronotlar rahat hareket edebilsin. Uzay filmleri her ne derlerse desinler dönmeyen bir cisme bağlanmak dönen bir cisme bağlanmanın yanında çocuk oyuncağıdır. Dolayısıyla önce iki uzay aracını istasyona bağlarsın, gerek yok ama, eğer istersen sonra istasyonu döndürmeye başlarsın.

Ayın etrafından döndükten sonra göktaşının hızına ulaşan gemiler neredeyse yan yana göktaşına yaklaşıyorlar. Dünya’da sadece uçak akrobasisinde öyle manevralar yapılır. İnsanlığı kurtarman gerekiyorsa 1200 kilometrelik göktaşının üzerinde iki uzay gemisini neredeyse birbirlerine çarpacak kadar yakın uçurmazsın. Sonuçta uzay gemilerinden biri düşüyor diğeri inmeyi beceriyor ama hesapladıklarından çok daha sert bir yüzeye.

Düşen gemide A.J. Frost ve arkadaşları sağ kalıyor ve yüzeyde hareket eden araçlarıyla göktaşının üzerinde diğer gemiyi aramaya çıkıyorlar. Bu arayışları sırasında derin bir kanyona denk geliyorlar. Bu kanyonu geçmenin tek yolu ise üzerinden uçup sonra yere konmak. Yürüyen araçların uçmamasını üstlerinden yukarıya doğru hava üfleyen ve bu şekilde araçları yere bastıran bir sistem sağlıyor. Planları kanyonu geçerken bu sistemi kapatıp tam geçtikten sonra açarak yere konmak. Ancak kanyonu geçerken bir kayaya çarpıp dönmeye başlıyorlar. Bu durumda onları yere bastıran sistemi çalıştırmalarına imkan yok çünkü uzayda dönerken alt ya da üst diye bir kavram yok. Ama nasıl oluyorsa sistemi çalıştırdıklarında birden “aşağıya” doğru süzülüyorlar. Sanırım burası işe fizik dışındaki ilahi güçlerin karışmasıyla olmuş, yoksa fiziğe göre imkansız.

Filmin içinde bu üstten yukarıya doğru hava püskürterek astronotların yerde kalmalarını sağlayan sistem bolca kullanılıyor, ama astronotlar uzay gemisinin içine girdiklerinde bu sisteme gerek olmadan dolaşabiliyorlar. Sanırsınız ki NASA bunlar için acilen bir de sadece geminin içinde çalışan yapay yerçekimi üretmiş.

Filmde bir de standart bomba sahnesi var. Astronotların bombayı patlatmayacaklarından şüphelenen Amerikan Başkanı bombayı uzaktan patlatmak istiyor. Kahramanlar da alışık olduğumuz geri sayan bir saat ve kırmızı/mavi tel problemi ile karşı karşıya kalıyorlar. Genel bilgimiz bize filmlerde uzun süre geri sayan saatli bombaların patlamayacağını söyler, burada da bizi yanıltmıyor.

Sonunda A.J. Frost ve arkadaşları da sağlam uzay gemisini buluyorlar ve zorlukla deliği deliyorlar. Tam 260 metreye (800 adım) ulaştıklarındaki sevinçleri inanılmaz. Sanki 260 değil 259 metre kazmış olsalar bomba patlamayacak. Bombanın işe yaraması için 260 metre değil 600 kilometre kazmanız gerekiyordu arkadaşlar, aramızda 1-2 metrenin lafı mı olur?

Son anda A.J. bombayı deliğe indirirken bir gaz patlaması oluyor ve bir halata bağlı olmasına rağmen uzaya doğru uçmaya başlıyor. Halatın diğer ucu ise boşta. Biri halatı yakalamazsa kesinlikte uzaya uçar. Harry Stamper koşup halatın ucunu yakalıyor ve kızının sevgilisini uzayda kaybolmaktan kurtarıyor. Ama bir dakika, yerçekimi olmadığına göre Harry A.J. uçarken halatı yakalasa bile ikisinin aynı kiloda olduğunu düşünürsek, fizik kanunlarına göre, birlikte A.J.’in ilk hızının yarısında uçmaları gerekiyor. Burada hem yönetmen hem de senarist üzerinde durdukları taşın Dünya olmadığını unutarak Dünya’nın yerçekimine göre bir sahne kurgulamışlar ne yazık ki. Ama filmin heyecanından çoğu kişi bu saçma noktayı ,fark etmiyor.

Neyse filmin sonunda kahraman Harry Stamper kendini feda ederek bombayı patlatıyor, taşı ikiye ayırıyor ve Dünya’yı kurtarıyor. Ama filmin sonunda da bir saçmalıktan kurtulamıyoruz. Göktaşı Dünya’ya çarpmadan 4 saat önce patlatılıyor ve iki parçası Dünya’yı ıskalıyor. 1200 kilometre büyüklükteki iki kayanın birbirlerinden 12000 kilometre (Dünya’nın çapı) ayrılabilmeleri için gerekli kuvveti de içinde patlatılan nükleer bomba sağlıyor filmde. Ama Phil Plait Bad Astronomy sitesinde bunu gerçekte yapabilmek için gerekli olan enerjinin Güneş’in bir saniyede yaydığı enerjinin tamamına eşit olduğunu söylüyor. Dolayısıyla öyle bir bomba patlatmakla olacak gibi değil bu iş.

Monday, June 13, 2016

Yıldızlararası - Interstellar


Cooper (Matthew McConaughey): Filmin kahramanı, eski astronot, sonra çiftçi.
Murphy (Mackenzie Foy - Jessica Chastain): Cooper’ın kızı, büyüdüğünde de çok zeki bir bilimci.
Dr. Brand (Anne Hathaway): Cooper’la birlikte uzay yolculuğuna çıkan bilim insanı Prof. Brand’in kızı
Prof. Brand (Michael Caine): Cooper’ın astronotken çalıştığı ve onun uçurduğu uzay aracını tasarlayan bilim insanı
Dr. Mann (Matt Damon): Çok akıllı bir bilim insanı, ilk 12 bilimciyle birlikte kara delikten geçip ayrı bir gezegene gitmiştir.

Yönetmen: Christopher Nolen
Danışman: Kip Thorne

Kısaca konu:

İnsanlık iklim değişikliği nedeniyle yok olmaya doğru gitmektedir. Cooper kızı, oğlu ve kayınpederi ile bir çiftlikte yaşamaktadır. Kızı odasında bir hayalet olduğunu söyler ve kum fırtınası çıkan bir gün odaya dolan tozların yere şeritler halinde çöktüğünü gören Cooper ve Murphy hayalet olmadığını, birinin onlarla yer çekimini kullanarak haberleşmeye çalıştığını fark ederler. Haberleşme sonunda bir yerin koordinatlarını öğrenirler ve oraya gittiklerinde NASA’nın orada gizli bir üs kurduğunu öğrenirler. NASA bir süre önce Satürn’ün çevresinde bir kara delik keşfetmiş ve o kara delikten geçerek diğer taraftaki 12 gezegene 12 bilim insanı göndermiştir. Şimdi hazırladıkları araçla bu 12 gezegenden hangisinin yaşamaya uygun olduğunu keşfedip hem orada götürdükleri embriyolarla bir koloni başlatıp hem de yeryüzüne dönerek Dünya’ya koloni gemileriyle oraya gidebilmeleri için yol gösterecektirler. Cooper bu gemiyi kullanacak kişi olmayı kabul eder; çünkü Prof. Brand ona, Cooper gidip dönene kadar insanlığı uzaya çıkartabilecek denklemleri çözeceğine söz vermiştir. Cooper, Dr. Brand ve iki bilimci daha yola koyulurlar. Kara delikten geçtikten sonra üç gezegenden sinyal alırlar. Bunların en yakın olanına inerler, ama bu bir kara deliğe çok yakın olduğu için tamamı denizlerle kaplıdır ve denizdeki dev dalgalar yaşamayı imkansız kılmaktadır. Orada bir bilimci ölür geri kalanlar ikinci gezegende olan Dr. Mann’i bulmak üzere oraya giderler. Oraya indikten bir süre sonra Dr. Mann’in aslında çıldırmış olduğunu ve o gezegende hayat olamayacağını görürler ama bu sırada diğer bilim insanı ve Dr. Mann ölür, uzay araçları da büyük zarar görür. Dr. Brand’in sağ kurtulup umut veren üçüncü gezegene gidebilmesi için Cooper kendisini feda eder, Dr. Brand kurtulup üçüncü gezegene gider, Cooper da kara deliğe doğru düşer. Kara deliğe doğru düşerken yer çekimi ile ona mesaj veren varlıklar Cooper için 4 boyutu algılayabildiği bir yapı hazırlarlar. Bu yapı Murphy’nin odasındaki kitaplığın arkasıdır. Buradan Cooper sadece yer çekimini kullanarak herhangi bir zamanda karşısında duran Murphy veya kendisinin o zamanki haline mesaj gönderebilmektedir. Böylelikle Cooper önce kendisine NASA üssünün nerede olduğunu söyler sonra da Murphy’nin artık büyüyüp bilimci olmuş haline kara delik ve yer çekimi ile elde ettikleri ilgili önemli bilgileri verir. Murphy bu bilgileri kullanarak yer çekimine hükmetmeyi sağlayan denklemleri çözer. Bu noktada varlıkların yaptığı yapı çöker ve Cooper bir hastanede uyanır. Aradan 90 sene geçmiştir ve insanlık yok olmamış hatta gelişmiştir. Bu gelişmeyi sağlayan da Murphy’in çözdüğü denklemlerdir. Murphy yaşlı halinde babasını ziyarete gelir ve ona Dr. Brand’in yanına gitmesini söyler, Cooper da onun dediğini yapar.

Bilimin dokundukları:

Öncelikle film 21. yüzyılın sonlarında geçiyor. Artık büyük teknolojik ilerlemelerin olduğu çağ geride kalmıştır. Hatta endüstri bile artık basit makinelerin üretimi noktasına gerilemiştir. Bu durumda gizli gizli çalışan NASA insanlığı Satürn’e götürmenin bir yolunu bulmuştur. Bugün gizli gizli çalışmadan ve Dünya’nın neredeyse tüm teknolojisi hizmetinde olmasına rağmen NASA insanları Ay’a bile götürmekten uzakken teknolojinin o kadar gerilediği bir ortamda Satürn’e önce 12 ayrı insanlı uzay aracı, sonra da neredeyse dev bir uzay istasyonu göndermesi neredeyse imkansızdır.

Bugün insanları uzaya götüren uzay araçlarının fırlatılışını çoğumuz görmüşüzdür. Bu fırlatma sırasında fırlatma rampasının neredeyse kilometrelerce çevresi boşaltılır çünkü fırlatma sırasında çıkan ısı ve basınç son derece yüksektir. Bu filmde uzay aracını fırlatan roket sistemi neredeyse bugünkü sistemlerle aynıdır. Bunda da fazlaca şaşıracak bir şey yok çünkü Ay’a gitmemizin üzerinden neredeyse elli yıl geçmiş olmasına rağmen insanları ve uyduları uzaya fırlatan teknoloji elli yıl önceki teknoloji ile neredeyse aynıdır. Ancak bugün fırlatma rampasının kilometrelerce çevresini boşaltmamız gerekirken filmde bu rampanın insanların yaşadığı ve ofislerin bulunduğu bir binanın içinde yer alması tamamen saçmalıktır.
Yer çekimine hükmetme:
Cooper yere doğru süzülen tozların karşısında otururken “hayalet değil, yer çekimi” der ve elindeki parayı tozlara doğru atar ve para toz kümelerinden birine düşer. Burada esas anlatmak istediği biraz anlaşılmaz olmuş olabilir. O yere doğru akan tozların çizgi halinde küme olmasının nedeni yer çekiminin o çizgiler boyunca kuvvetli, boşluklarda da zayıf olmasıdır. Para da doğal olarak yüksek yer çekimine doğru giderek toz yığınına düşer. Yani para gelişi güzel bir yere değil nereye doğru atılırsa atılsın o yığınlardan birinin üzerine düşecektir. Ama bunun üzerinde durmadıkları için fazla anlaşılmamış olabilir. Daha önemlisi o tozların çizgiler halinde akıyor olması o tozların çizgiler halinde akmasını sağlayanların yer çekimini değiştirmeyi öğrenmiş olduklarını gösterir.
Doğada dört tür kuvvet vardır. Bu dört tür kuvvetten üç tanesine az ya da çok hükmetmenin yolunu biliyoruz; hükmetmeyi bilmediğimiz ise yer çekimi (aslında kütle çekimi, ama yer çekimi daha anlaşılır olduğu için onunla devam edeceğim). Yer çekimine hükmetmeyi öğrenmek insanlık tarihinde ateşe hükmetmeyi öğrenmek kadar önemlidir. Bugün için Dünya’daki enerji ihtiyacının önemli bir bölümü biz farkında olmasak da yer çekimine karşı yapılan işten doğmaktadır. Yer çekimine hükmedebiliyor olsak arabaların yere değmeden hareket etmesini sağlayabilirdik mesela. Uzaya gitmek ise çocuk oyuncağı olurdu. Bu nedenle birinin yer çekimine hükmetmeyi öğrenmiş olması filmin içindeki en önemli bilimsel noktalardan biridir.
Prof. Brand’in çözmeye çalıştığı da aslında bu yer çekimine hükmetme problemidir. Gizli üslerinde inşa ettikleri ve eğer problemi çözerlerse insanlığı kurtaracak olan dev uzay gemisinin de bilinen teknolojilerle fırlatılmasına imkan yoktur. O geminin yerden fırlatılabilmesinin tek yolu yer çekimine hükmetmeyi becerip bunu gemiyi havalandırmak için kullanmaktır.
Murphy’nin hayaleti onlara ilk olarak gizli üssün yerini söylemiştir. Bu nedenle ilk baştaki hedef Cooper’ın fırlatılacak gemiye kumanda etmesini sağlamaktır.

Solucan deliği:
Bildiğimiz evren dört boyutludur. Bu boyutların üçü uzay yani en, boy ve yükseklik olarak tanımladığımız üç boyut, dördüncüsü de zamandır. Bu dört boyutlu evrenin herhangi bir noktasından başka bir noktasına çok hızlı geçmek solucan delikleri yoluyla mümkündür. Normalde evrenin bir noktasından başka bir noktasına gidebilmek için bir hıza sahip olmamız gerekir. Evrende de bu hızın en üst sınırı ışık hızıdır. Yani nereden nereye gidecek olursak olalım, ışık hızından daha hızlı gidemeyiz. Ancak solucan delikleri bizim bir noktadan diğerine ışık hızı bir sınır olmadan neredeyse anında gitmemizi sağlayan yollardır. Tabii bu yollar şu ana kadar sadece teoride vardır ve gerçekte bilinen veya görülen bir solucan deliği yoktur, hatta “var ama bize yakın yok ve direkt gözleyemiyoruz” bile diyemeyiz. Teori sadece “böyle yollar imkansızdır” dememektedir, bu nedenle de solucan delikleri bilim kurguda bol bol kullanılmaktadır.
Yıldızlararası filminin temeli bir solucan deliğinin varlığına bağlıdır. Bilim insanları Satürn’ün yakınlarında bir solucan deliğinin ortaya çıktığını ve bu deliğin diğer tarafının başka bir galaksiye açıldığını keşfetmişlerdir. Bu aklımıza yığınla soru getirebilir. Bu soruları sıralayacak olursak:
  1. Filmde solucan deliği çok güzel bir biçimde küresel olarak resmediliyor. Bu enfes görüntü büyük ihtimalle filmin bilim danışmanı olan Kip Thorne’un başının altından çıkıyor. Kip Thorne günümüzün en önde gelen kozmologlarından biri. Bu nedenle de filmin bilimsel yapısı son derece sağlam temellere oturuyor.
  2. Bu solucan deliği, kahramanları diğer tarafta 12 tane yaşam ihtimali olan gezegen barındıran bir bölgeye taşıyor. Burada önceden gönderilen 12 bilim insanının uzay araçlarının sadece üç tanesinden hala cevap geldiğinden o üç gezegenin incelenmesine karar veriliyor. Benim aklıma takılan soru da tam bu noktada. Filmin senaryosuna göre gelecekteki insanlar insanlığı kurtarmak için 12 tane yaşam ihtimali olan gezegenin yakınına bu solucan deliğinin açılmasını sağlıyorlar. Bunu yapabilecek gelişmişliğe sahip bir uygarlık onların birine de bir tabela diker ve “işte buraya yerleşin” der. Ya da solucan deliği o gezegenlerden en imkansızının değil de en uygununun yakınında açılır. Burada sadece senaryo olsun ve film ilerlesin diye önemli bir mantıksızlık yapılmış.

Miller’ın gezegeni:
Kara deliğe en yakın bu gezegende çok ilginç bir biçimde hava aydınlık. Biz de saf saf “peki bu gezegeni aydınlatan ışık nereden geliyor?” diye sormuyoruz. Bu problem aslında diğer iki gezegen için de geçerli. Eğer o kara deliğin bir sarı veya sarı-beyaz çifti yoksa ve Miller’ın gezegeni onun etrafında dönmüyorsa havanın aydınlık olmasını veya orada sıvı su bulunmasını bekleyemeyiz.
Bu arada önemli bi konuya açıklık getirmek gerekiyor. Einstein bize ışık hızına yakın bir hızda hareket ettiğimizde bizim için zamanın dışarıdan bakan ve hızlı hareket etmeyen birine göre çok daha yavaş geçtiğini söyler. Cooper ve diğerleri Satürn’e yaklaşık iki senede vardılar. Satürn’le aramızın gene yaklaşık olarak 1.5 milyar kilometre olduğunu düşünürsek bu uzay gemisi ayda 60 veya 70 milyon kilometre hızla gidiyor demektir. Bu da Einstein’a göre yüksek bir hız değildir. Ama Miller’ın gezegeninde geçen her saat dışında geçen yedi yıla karşılık geldiğine göre Miller’ın gezegeni kara deliğin çevresinde çok yüksek bir hızda hareket ediyor demektir. Kip Thorne kara deliğin kütlesinin Güneş’in kütlesinin yaklaşık 10 bin katı olduğunu söylemiştir. Hesapları çoğumuz için anlaşılmaz olabilir ama bu Miller’ın gezegeni kara delikten yaklaşık 150 milyon kilometre uzakta demektir. Bizim zamanın hızlanmasından etkilenmeyen bir yörüngede olmamız için de kara delikten en az bir milyar kilometre uzakta olmamız gerekir. Bu da Miller’ın gezegenine gidip gelmenin filmde tahtaya çizildiği kadar basit bir yolculuk olmadığı anlamına gelir.
Öncelikle içeriye doğru yolculuk ve geri dönüş dakikalar değil aylar sürecektir. Aylar süren bu yolculukta zaman gittikçe yavaşlayacağı için aradaki fark Dünya zamanına göre 23 yıl değil binlerce yıl sürer. Yani Miller’ın gzegenine inmek zaman açısından mümkündür, ama gidip döndüğünüzde binlerce yıl geçmiş olur.
Daha önemlisi, kara deliğe bu kadar yaklaşmak gayet kolaydır, ama unutmayın, bu bir kara delik, yani buranın yakınına geldiğinizde ışık hızı ile kaçmaya çalışsanız bile başaramayabilirsiniz. Miller’ın gezegenine inmek kolay ama filmde anlatılan büyüklükteki uzay araçları ile geriye dönmek yeterli yakıt olamayacağı için imkansızdır.
Miller’ın gezegeni kara deliğe ciddi anlamda yakın ve orada zamanın dışarıda olduğundan çok daha yavaş geçtiği biliniyorsa Miller’ın oraya indiğinden bu yana geçen zamanın ne denli kısa olduğu oraya inmeden de hesaplanmalıydı. Bu kadar bilgisayar buna yaramıyorsa sadece espri yapmak için mi filmde yer aldılar?
Ayrıca bir kara deliğe bu denli yakın bir gezegende sıvı su bulunması ayrı bir gariplik ama daha da önemlisi, kara deliğin o deniz için inanılmaz büyük bir gel-git hareketine neden olacağını ve bunun da orada yaşamayı neredeyse imkansız kılacağını düşünmek için alim olmaya gerek yok.


Mann’ın gezegeni:
Kara delikten daha uzakta olan gezegenin daha soğuk olması gayet makul. Ancak eğer bir koloni kurulacaksa bulutların üzerine konup yüzeyi görmemiş olan bir kişinin sözlerini ölçümlerle desteklemesi gerekir. Bugünkü teknoloji ile bulutların tepesinden yüzeyin sıcaklığı bilinebiliyorsa o kadar uzağa gitmiş insanlığın bu bilgiye sahip olmaması düşünülemez.
Bilimselden ziyade kurgusal bir problem olarak Dr. Mann’in bozduğu robotu tuzaklaması anlaşılır bir problem değil. Dr. Mann o gezegenden kurtarılmayı bile beklemezken robotunu tuzaklamasına gerek olduğunu düşünmek için adamın sadece hayatını kurtarma güdüsüyle hareket eden biri değil ciddi manyak olduğunu düşünmemiz gerekir.
Uzayda en zor bulunan şey içinde nefes alınacak havadır. Bu nedenle uzay gemilerinden astronotlar dışarıya çıkarılmadan önce içine girdikleri bölmenin havası dışarıya püskürtülmez ve geminin içine emildikten sonra dış kapağın açılmasına izin verilir. Dr. Mann uzay gemisine bağlanmaya çalıştığında ise hava hızla dışarı püskürdüğünden büyük bir kazaya neden oldu. Bugünkü NASA çalışma prensiplerine göre standart kabul edilen bir çalışma prensibinin değişmesi için makul bir sebep yokken bu hata Dr. Mann’den kurtulmak için bunun kullanılması veya Dr. Mann’in o kadar önemli bir bilim insanıyken bu basit hatayı yapması son derece yanlış.
Ancak Dr. Mann uzay gemisine büyük hasar verdikten sonra gemi dönmeye başlıyor. Yalnız geminin 12 parçasından biri artık bulunmadığından gemi artık tam ortasından geçen bir eksen etrafında dönmez, yalpalar. Cooper bu gemiye bağlanmaya çalışırken gemi hiç hasar görmemiş gibi ortadaki ekseni etrafında dönüyordu. Bunu hoş karşılamak gerekir çünkü eğer burada bilimsel olarak davranmaya çalışsalar Cooper’ın gemiye bağlanabilmesi imkansız olurdu. Filmin diğer çoğu sahnesinde olduğu gibi, bilim mi senaryo mu denildiğinde tercih senaryodan yana kullanıldı.

Edmond’un gezegeni:
Bu gezegen hakkında pek fazla bilgimiz yok ama Mann’ın gezegeninden çok daha sıcak olduğunu biliyoruz. Zaten ısı yaymayan bir kara deliğe daha da uzak olan bu gezegenin daha da soğuk olması beklenirken daha sıcak olması sadece daha yüksek sera gazı oranıyla veya daha volkanik bir yapıya sahip olmasıyla açıklanabilir. Ama bu iki olgu da gezegeni insanlığın barınması için yanlış yerler yapmaya yeterlidir.

Kara delik:
Kara deliğin görüntüsü sanırım Kip Thorne tarafından kurgulandığı için bir laf söylemek bize düşmez. Ama kara delik ne kadar yumuşak yapıda olursa olsun, sonuçta hiçbir fani ölmeden o deliğin içine giremez. Hatta girmeye doğru gitmeden çok önce hayata veda eder. Bunun temel nedeni de spagettileşme dediğimiz olgudur. Dünya’da ayaklarımıza etki eden yer çekimi ile başımıza etki eden yer çekimi arasında fazla bir fark yoktur. Ancak bir kara deliğin olay ufkuna, yani sınırına doğru yaklaştığımızda ayağımız ile başımız arasındaki yer çekimi kuvveti çok farklıdır. Bu fark bizim ayağımızdan tutularak çekilmemiz gibi bir etki yaratır. Bu etki de kara deliğe yaklaşan tüm cisimlerin spagetti gibi uzayıp sonunda da parçalanmalarına yol açar. Bu nedenden dolayı nesnelerin parçalanmadan kara deliğin içine girmeleri imkansızdır.
Ama hadi diyelim kara deliğin içine doğru girdik. Daha önce Miller’ın gezegeninde gördüğümüz gibi, kara deliğe ne kadar yaklaşırsanız zaman sizin için o denli yavaşlar. Kara delikten kurtulmak için yapılan manevrada 75 sene kaybediyorlarsa, kara deliğe doğru düşüldüğünde değil 75, 750 hatta 7500 yıl geçiyor olabilir. Oysa filmde sanki kara deliğe düşerken geçen zaman gerçek zamanda geçen zaman kadar filme aktarılmıştı.
Burada zamanın yavaşlamamasının veya spagettileşmemenin en önemli nedeni Cooper’ın kara deliğe düşmek yerine gelecekteki insanlar tarafından oradan alınarak başka bir noktaya götürülmüş olması olmalıdır. Ancak bu konuda filmde herhangi bir bilgi yoktur. Gelecekteki insanlar Cooper’ı alarak onu Murphy ile rahatça temas kurabileceği bir yapının içine koymuş ve sonrasında da götürüp Satürn’ün yörüngesine bırakmışlardır. Cooper’ın Satürn’de kendine gelmiş olması başka şekilde mümkün ve mantıklı değildir.

4 boyutlu yapı:
Filmin belki de en başarılı düşüncesi bu yapıdır. Bu yapının yönetmen Nolan’dan mı yoksa danışman Thorne’dan mı kaynaklandığını bilmiyorum ama daha güzel anlatılması zor olurdu diye düşünüyorum. Biz 4 boyutta yaşıyoruz, ama bunlardan sadece üçünde, yani uzayda serbestçe hareket edebiliyoruz. Oysa zamanda sadece sabit bir hızla ve sadece ileriye doğru hareket edebiliyoruz. Bizim aynı anda sadece üç boyutu algılayabilen beynimize dördüncü boyutta hareket edebilmeyi anlatabilmenin tek yolu bir şekilde diğer üç boyutu sabit tutup sadece zamanın değiştiğini görebileceğimiz bir yapı yaratmaktır.
Burada yaratılan yapıda Murphy’nin odası uzayda sabitlenmiştir ama Cooper bu odayı zamanda istediği anda ziyaret edebilmektedir. Bu da Cooper’a zaman boyutunda da serbestçe hareket özgürlüğü tanır.
Filmin ana varsayımı, zamanda sadece yer çekiminin geriye doğru hareket edebileceğidir. Bu nedenle de Cooper’ın elinde Murphy ile haberleşmek için sadece yer çekimi vardır. Ancak Cooper’ın elindeki bu bilginin ona bu yapıyı kuran ve tüm solucan deliğini hazırlayan gelecekteki insanların da elinde olduğunu düşünmek gerekir. Bu da bizi “pekii onlar bu bilgiyi neden doğrudan kullanmadılar da Cooper’a ihtiyaç duydular?” sorusuna götürür. Bunun cevabı da aslında basit: Eğer doğrudan bu teması kurmuş olsalar bu film olmazdı. Ama sadece film olsun diye kurgulanan tutarsızlıklar bu boyutta olduğunda filmin tadını benim açımdan ciddi anlamda kaçırıyor.

Filmin geneline baktığımız zaman, zamanda yolculuk yapıldığında çoklukla karşılaşılan tutarsızlık burada da karşımıza çıkıyor. Buradaki en önemli soru Cooper’ın özgür iradesi var mı yoksa kaderin kendisine biçtiği rolü mü oynuyor sorusudur. Cevap bu film bağlamında, Cooper’ın özgür iradesi yok ve kaderin kendisine biçtiği rolü oynuyor sadece.

Filmin başında Dünya bir felakete doğru sürükleniyor ve Satürn’ün çevresinde beliren solucan deliği olmasa insan ırkı sona erecek. O solucan deliğini yaratanlar ise gelecekteki insanlar. Gelecekteki insanların var olmasının tek yolu da o solucan deliğinden geçen Cooper’ın kendi kızına yer çekimine hükmetmenin yolunu bulması için yardım etmesi. Yani Cooper gelecekteki insanlığın var olması için en önemli kişi, ama onun da en önemli kişi olmasını sağlayan gelecekteki insanlar. Bu durumda gelecekteki insanların var olabilmesi için tek yol Cooper’ın kendisine biçilen görevi tamamen yerine getirmesi. Cooper Dr. Brand’i kurtarmak için kendisini feda etmeyecek olsa ya da yolculuk boyunca herhangi bir noktada farklı bir karar verecek olsa gelecek insanlık için var olmayacak. Bu durumda Cooper aslında kendi kararlarını kendisi veriyor gibi görünse de sadece kaderin kendisine biçtiği rolü oynuyor.

Zamanda yolculuk konusunda ne zaman kapalı bir döngü ile karşılaşacak olursa bu kapalı döngü bizim günlük dilimizde kader anlamına gelir. Daha bilimsel anlatmak gerekirse zaman çizgisinde bir döngü varsa bu döngüde olmuş olan olaylar hep olmuştur, hep olacaktır ve başka şekilde olmaları düşünülemez. Çünkü başka şekilde olacak olsalar zaman döngüsü oluşmazdı.

Son olarak gelelim filmin ana falsosuna: Eski Yunanlı felsefeci Parmenides zamanın ezeli ve ebedi olduğunu söyler. Çünkü eğer zamanın Big Bang gibi bir başlangıcı olacak olsa bu başlangıcın mantıklı bir nedeni olamayacağını öne sürer. Buradan yola çıkarak zamanda bir döngü oluşturulması olayının da Big Bang'e benzer şekilde mantıki bir nedeni olamayacağını görürüz. Burada mantıki nedenden kastettiğimiz evrenin normal akışıdır. Bizim evrenimizde zaman ileriye doğru sabit bir hızla akar, bu akışın tersine bir döngü varsa bu döngünün evrenin dört boyutlu yapısının dışında oluşması gereklidir. Filmde gelecekteki insanlar gelişerek bildiğimiz evrenin dört boyutlu yapısının dışına çıkmışlardır ve bu şekilde zamanda döngü oluşturacak solucan deliğini de yaratmayı keşfetmişlerdir. Filmin tüm kurgusu evrenin dört boyutlu yapısı dışında var olabilen varlıkların bu solucan deliğini yaratması üzerine kurulmuştur. O zaman aynı Parmenides’te olduğu gibi neden tam Dünya felakete sürükleniyorken o solucan deliğinin oluştuğunu sorgulamamız gerekir. O solucan deliği zamanın normal akışı dışında ortaya çıktığına göre neden o anda oluşuyor. Çünkü eğer dört boyutun dışında yaşayan varlıklar o solucan deliğini T zamanında yaratabiliyorlarsa T’den önce bir zamanda da yaratabilirler. Mesela daha felaketin o boyutta olmadığı bugün. Biz de daha Dünya’yı felakete sürüklemeden şimdiden teknolojimizi geliştirip uzak galaksilere seyahat etmeyi başarırız. Ama bu solucan deliği bugün oluşacak olsa bu film olamazdı. Yani bu filmin ana olgusu aslında mantığa fazla uymayan bir önermeye dayanıyor. Film boyunca bu soruya cevap verilmediği için film teknik olarak çok doğru da olsa ana önermesindeki zayıflık benim gözümde notunu biraz düşürdü.